Kırıkkale temelleri 1925’lerde atılan bir Cumhuriyet şehrimizdir. 70 Yıllık gelişmesi, büyümesi ve bugüne taşınması MKEK ile olmuştur. Kırıkkale’nin kurulduğu arazi Kırıkköyü arazileriydi. Kırıkköyü 1925’ten önce 12 hanelik küçük bir köy idi. Kaletepe ise 3-4 km.ötede, aslında bilinen anlamda bir kale olmayıp boz toprakların oluşturduğu bakımsız ve ağaçsız bir tepeydi. 1960 yılından itibaren ağaçlandırma çalışmaları başlatılmıştır.
Kırıkkale şehrini ortaya çıkaran esas sebebin; 1921 yılında buralarda İmalatı Harbiye Fabrikası’nın kurulmasına karar verilmesi ve 1925 yılında top ve mühimmat fabrikalarının temellerinin atılmış olmasıdır. O tarihlerde Kırıkköyü’nün muhtarı olan Hüseyin Kahya ile Yahşihan köyü öğretmeni Hüseyin Avni Bey’in bu olaylarda yardımcı oldukları bilinmektedir.
Malazgirt Zaferinin 1071’de kazanılmasından sonra Anadolu’nun kapıları Türklere açılmış, buralar hızlı bir şekilde Türk-İslam diyarı haline getirilmiştir. İşte o dönemlerde Kırıkkale ili dahilinde bulunan bazı yerlerinde ilk fethedilen İslam beldelerinden olduğu görülmektedir.
Bu konuda Prof. Dr. Beşir ATALAY’ “Kırıkkale ve çevresinin özel bir konumu vardır; yani Orta Anadolu’nun ortasındadır. Çok korunmuş, dışa geç açılmış ve yine de az açılmış bir bölgedir. 1071 yılında Malazgirt Muharebesi ile Müslüman Türklerin Anadolu’ya açılışından itibaren yerleşilen, badireli günlerde dahi hiç işgal görmemiş bir özelliğe sahiptir. Etnik dağınıklığı az olan fazla karışmamış bir bölgedir. Dini homojenlik ise çok belirgindir. Türkiye’nin en az kültür değişmesi geçiren bölgesidir. Denilebilir ki kültür safiyeti önemli oranda korunmaktadır. “ demektedir. (1995 Dünya “Hoşgörü-Manas-Abay Yılı” VII. Uluslar arası Edebiyatı Semineri ve I. Uluslar arası Türk Dünyası Kültür Kurultayı Bildirileri , S-159-161) Okumaya devam et “Türk-İslam diyarı Kırıkkale”→
Menşei itibariyle ve intikal vesilesi göz önüne alındığında kızıl bayrağımızı beyazlığıyla süsleyen ay yıldızı ne bugün bizim anladığımız Müslümanlıkla, ne de bugünkü dünyanın anladığı Türklükle irtibatlandırmak mümkündür; ama bütün dünyanın bizim ay yıldızımızı görür görmez bundan hem Müslümanlık, hem de Türklük intibaı edinmesinin önüne hiç kimse geçemiyor.
Böyle bir algıyı dünyada yürütülen her türlü siyasetin yıldırıcı teşhis gücüyle açılan anlam alanı intaç ediyor. Vakıalara teşhis koyan siyasetin kendisidir. Siyaseti kimisi politika olarak anlar. Çevir kaz yanmasın. Kimisi için siyaset idamdır. Bazıları seyislikle siyaseti eş tutar. Bu yaklaşımlardan hangisini benimsersek benimseyelim siyasetin asırlardan beri yılarak ve yıldırarak yapılabilen bir şey olduğunu gözden kaçırırsak siyaset yapamaz, siyasi bir başarıya varamayız. Yılmak ve yıldırmak çıplak insan münasebetlerinin mihveridir. Demek ki, insan münasebetleri karşımıza giyinik de çıkabilir. Siyaset karşımıza sıklıkla savaş kıyafetinde çıkacaktır. Asırlardan beri savaş çıkaranlar ben yılmayacağım; ama yıldıracağım diyenler takımıdır. Tarafların kozlarını paylaşılmağı ertelediği zaman dilimine barış demek âdet olmuştur.
Türkçenin bir İslâm dili olduğu şeklindeki iddiamızda gözüpeklik gösteriyoruz. Türkçe, bir kavmin dili değildir; Türkçe İslâm’ın bir dilidir. Ve Allah bize, biz Türklere, İslâm’ın kılıcı olmamızın mükâfatı olarak bu lisanı vermiştir. Bu benim şahsî görüşüm, şu mânâda: Dünyada dil bilimciler var, dil felsefesi yapan insanlar var, falan filan… Onlar hiçbir zaman benim söylediğim şeyi söylemiyorlar. Ben şunu söylüyorum, diyorum ki: Allah her millete layık olduğu bir dil vermiştir. Her millet hangi lisana layıksa o lisanla tekellüm eder. Dolayısıyla Türkler tarih sahnesine İslam’ın kılıcı olarak çıktıkları için Allah da onlara bir itikad dili verdi. Buna verdiğimiz ilk örnek şudur: Biz Türkler “kaza”ya uğrarız. Yani otomobil kazası geçiririz ya da bir yerden düştüğümüzde, “Başımıza bir kaza geldi.” deriz, değil mi? Kaza Arapça bir kelime ve kaderle birlikte kullanılıyor çoğu zaman. Ama Araplar başlarına böyle bir şey geldiğinde böyle söylemiyorlar. Yani biz Türkler hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanan bir kahraman ırktan geldiğimiz için Allah bize kazaya uğramamızın kader olduğunu öğretmiştir. Biz Türkler “kaza oldu” deriz. Yani Almanlar bunun için “unfall” derler, istenmeyen vaka anlamında. İngilizler buna “accident” der. Yani aslî olmayan bir şey oldu, arızî bir şey oldu, arıza oldu der ama biz, “kaza oldu” deriz. Bu sadece burada olup biten bir şey değil; bizim Türkçe konuştuğumuz her şey itikadımızla alâkalıdır. Biz Arapça olmayan, Farsça olmayan şeyleri de dinimize uygun olarak telaffuz ederiz. Yani biz din düşüncesi olmadan hiçbir şey söylemeyiz. Biz, kötü söze “küfür” deriz, “O bana küfretti.” Yani bana sövmekle –kendisini imandan uzak bir duruma soktuğu gibi-beni de imandan uzak bir pozisyonla itham etmiş ve itikadıma zarar vermek suretiyle küfretmiştir.
NTV… Açılımı: Nergis TeleVizyonu. Bize bu nergisin nereden derlendiğini merak etmek düşüyor mu, düşmüyor mu? Madem vaktiyle felsefenin hayretle başladığını söylemişler; siz de felsefeye bulaşarak nergisin nereden derlenip toparlandığını söylediğim zaman hayret edeceksiniz: Mahut televizyon kanalının ihdas edildiği günlerde bu yayın kurulunun Amerikanca “National” lâfzına liyakat kesp edeceğine muhakkak gözüyle bakılıyordu. Tıpkı silahlı müttefik kalıntısı güçlerin Irak topraklarına girer girmez orada şıpın işi bir Kürt devleti kuracağına, geri kalan arazide de biri Sünnî, diğeri Şii olmak üzere iki Arap devletinin kurulmasını sağlayacağına muhakkak gözüyle bakıldığı gibi. Yani ki, “our boys” ülkesi haline getirilmiş ülkede nergis, hani o eğildiği suda gördüğü suretine âşık olan nergis unutulup gidecek, dolar yeşili National baki kalacaktı. Öyle olmadı. Bir gün din gününün geleceğine inanmayanların hangi gözünün (sağ veya sol) neye nasıl baktığı bir şey. Din gününün malikinin Allah olduğuna inananların iki gözüyle ne gördüğü başka bir şey.
ismet özel köşe yazısı
Türk gücü karşısına bilkuvve temellerini hassaten İtalyan şehir devletlerinde XIV. Hıristiyan asrında atan kapitalizmin meydana çıkışı maliyeti gözeten bir Dünya Sistemi tesis edilmesi demekti. Bu sistemin altı yüz senedir işleyişini temin eden Türk korkusudur. Modernlik emniyetini Türklüğün ne türden olursa olsun herhangi bir rotadan mahrum bırakılması politikasından başka bir yerde aramış değildir. Türk tesirsiz bırakıldı; ama halen Dünya Sistemi’nin karın ağrısına sebep olmaktadır. Türk nasıl tesirsiz bırakıldı? Karşısında bir hareketi ancak sistemli bir çabayla yürütülebilen Türk olanca gücünü kendine vatan kazandıran kılıç kabzasındaki kınalı parmaktan alıyordu. Tüfeğin icadıyla mertliğin bozulması Türkleri kendi devletlerini İslâm’la muaheze etme imkânından alıkoydu. O parmağın kabza tutmağa yaramaz hale getirilmesiyle beraber kınalanmasının da bir mânâsı kalmadı. Okumaya devam et “kılıç kabzasında kınalı parmak veya geçer not, artı puan”→
Başını örten kız dünyayı izah etmek için mi, yoksa dünyayı değiştirmek için mi felsefe bilecek? Ne biri, ne öteki. Başını örten kızın felsefe bilişi bir işe yarayacaksa onun şahsi mensubiyeti ve mensubiyetin aidiyete dönüşüp dönüşmediği hususunun tetkikine yarayacak. Bana ne mensubiyetten, aidiyetten diyen kızın başını örtmesi bir fenalıktır. Bu kızdan beklenecek şey hayatımızdaki loşluğa bekçilik yapmasıdır.
ismet özel
Hayatımızda hem kurtulunması gereken bir loşluk, hem de doldurulması gereken bir boşluk var. İnsan olarak loşluğun ve boşluğun hayatımızda olduğunun farkına yaratılış gayemizin Allah’a kullukta bulunduğunu öğrendiğimiz zaman varıyoruz. Allah’a kulluğun yegâne varlık sebebimiz olduğu bize bildirildiğinde sevinçten havalara uçacak bir yapıda değiliz. İlâh veya hayvan değil de insan isek yapımız aklın ve şehvetin nispetsiz harmanını aksettirir. İçimizdeki dürtülerin istikameti ya ilâhlaşmamızı veya hayvanlık şartlarının zevkini çıkarmamızı âmirdir. Boşluğu aklederek doldurabilir, loşluktan işitip itaat ederek kurtulabiliriz. Başını örten kız neyi akledeceği bilgisine, işitilmeğe değer olanın neyi ihata ettiği ferasetine felsefe bilerek kavuşacak. Okumaya devam et “İsmet Özel – Mânâsızlık hoşumuza gidiyor.”→
Arnavuti Zoti veya Nereden Çıktı Bu Kuyruklu Kürtler? (II)
Eğer XX. Hıristiyan asrının ilk çeyreği kapanmadan vuku (meydana gelme) bulan Sakarya Meydan Muharebesi aleyhimize sonuç verseydi bugün biz Türklerin adı sadece ansiklopedilerde anılacaktı. Keşke! diyenleri işitir gibiyim. Varsa sözüm demeyenleredir. Hakikatin neye, gerçeğin neye tekabül ettiğini tahayyül (hayal) bile etmekten aciz mahlûkatın(bütün yaratıkların) ekseriyeti(çoğunluğu) teşkil ettiği (oluşturduğu) ülkede hâlâ Türk adının devam etmesinden bir anlam çıkarılabilir mi? Tarih bir şey söylüyor. Öğrenmeği öğrenmiş olana tarih Türklük davasının İslâm davasından başka bir şey olmadığını bildiriyor. Hangi dilde söylüyor bunu ve o dili bilenin kursağında ne var? İşte zurnanın zırt dediği yer burası. Tarihin Türklüğe mahsus vasıfları millî varlığı Türklerin zulmü sebebiyle zarar görmüş her hangi bir unsurun kulağına söylemesinin imkânı yok. Türk kime, hangi sebeple zulmetti? Böyle bir suale tarih cevap verir mi? Tarihin ümüğüne basıp işkence ederek ve/veya tarihe rüşvet verip ahlaksız tekliflerde bulunarak ona neler söyletilebilir?
İsmet Özel
Kaba kuvvet ve para… Aynı şeyin iki yüzüdür bunlar. Böyle olduğu için tarih boyunca ne haydutluğu, ne de ticareti birbirinden uzak tutmağa bir kimsenin gücü yetebilmiştir. Dünyevî iktidar dediğimiz şey kaba kuvvet ve paranın hangi nispette olursa olsun birbiriyle telif (uyuşmalarını sağlama) edildiği alanda kararına kavuştu. Kula kulluğu allayıp pullayan dünyevî iktidar İblis’ in Âdem aleyhisselâm’a secde etmeği reddettiği andan itibaren her cins insanı bir kirden alıp başka bir kire bulaştırdı. Şiir doğmasaydı iktidarlar zulmünün habis(çok tehlikeli, öldürücü)kıskacına düşmüş insanlığın nefes almasına da imkân doğmayacaktı. Tarih içinde şiirin parlamasıdır insana mücadele şevki veren. Tarihlenmiş şiirin paraya ve kaba güce karşı panzehir vasfıyla belirip parlaması insanlığın nefessiz kalıp boğulmasına engel oldu. Kimileri kendilerinin de bir parçası oldukları kaba güç ve para habasetine (alçaklık) bahane bulmak için tarihin galipler tarafından yazıldığını söyler. Tarihi galipler yazar hükmünü benimsemek aslı olmayan bir şeyin asıl yerine geçmesine itirazdan feragat etme (hakkından vazgeçme) anlamına gelmekle kalmaz, güçten ve paradan medet ummanın varacağı yer hakkın tecellisi (görünme, belirme) karşısında nâdanlık (câhil, bilmez, bilgisiz) ve bîgâneliktir (kayıtsız, ilgisiz, alâkasız, lâkayt).
İnsanın muhtaç olduğu hayatiyeti galiplerin yazmaktan imtina(kaçınma) ettikleri, isteseler bile yazamayacakları tarih yüklendi. Nitekim vakti gelip Kur’an nâzil(inmek, nüzul etmek)olunca hakkın tecellisi hususundaki gevşekliğe son verme fırsatı insanoğlunun eline geçmiş oldu. Kur’an-ı Kerîm’e rağmen galiplerin yazdığı tarih âlemin ağzına sakız olmaktan geri durmadı. Müslüman bu akıntıya kapılsa da Mü’min tarih yükünden vazgeçmedi. Mü’min de bir şey çiğniyor, onun da hem dilinin üstünde, hem dilinin altında bir şey, bir şeyler var. Mü’minin çenesini kıpırdar gören bilsin ki, onun ağzında cümle âlemin çiğnemekte beis görmediği sakız değil sadece helâl lokma vardır. Her kim ki, küfre rıza göstermemiştir, o kişi Büyük Millet Meclisi’nin uhdesine (sorumluluğuna bırakmak) önce Saltanat, bilahare(daha sonra) Hilafet tevdi (teslim etme, emânet etme, verme)edildiğini akıldan çıkarmaz. O halde Türk olarak vazife hissimiz bizi hangi münasebetlerin milleti önce Saltanatla, bilahare Hilâfetle merbut (bağlı, bağlanmış, raptedilmiş) kıldığına dair bilgiye ve bilince kavuşma çabasına sürüklüyor. İnsanın bünyesi sakızı yutarsa neye, helâl lokmayı yutarsa neye maruz kalır? That’s the question. Okumaya devam et “İsmet Özel 15 Mart 2017 tarihli köşe yazısı”→