MAĞRURLARA EMANCIPATION MAĞDURLARA PAX AMERICANA (I)
Eğer “irade” sözünü ağzınıza almışsanız, o iradenin ne üzerinde gösterileceğini de zikre mecbursunuz. Eğer “millî” iradenin tecellisinden bahis açılacaksa hangi meselenin halline dair millî irade doğduğu bilinmek zorundadır. TDK’nın iradeyi tarif edişi şöyle: “Bir şeyi yapıp yapmamağa karar verme gücü”. Bir şeyi yapıp yapmamak… Neyi? O yapılacak veya yapılmayacak şeyi söylemediğiniz zaman iradeden konuşmamıza imkân yoktur. “Ben istiyorum, kesinkes ve şiddetle istiyorum; ama ne istediğimi bilmiyorum, ne istediğim önemli değil” derseniz, tedaviye muhtaç bir duruma düştüğünüzü belli etmiş olursunuz. Tanzimat Fermanı Türk toplumunu istekli şekle soktu; ama neler istendiği hususunu karanlıkta bıraktı. Batı hakimiyetinin yükseldiği nispette karanlık koyulaştı ve yoğunlaştı. Buna mukabil toplum hayatını amorf duruma sokup toplumu tedavi kaldırmaz derecede hastalığa duçar edenler kararlılıktan, iradeden söz eder oldular. Her sahada aldanma ve aldatma çok zamandır geçer akçe. İnsanlar ömürlerini revaçta olanın kurtarıcılığına inanarak heba ediyor. Ömrün heba edilmeyişi o ömrün bir şeye değip değmediği bilgisinden fışkırabilir ancak.
Hayatın bir gayesi var mı? Bunca zaman yaşamışız da ne olmuş? Ömrümüzde, bünyemizde, üzerimizde hayatta oluşun, hayatta oluşumuzun, canlı olmamızın mânâsı bulunmakta mıdır; yoksa nasıl olduysa oldu, canlılardan biri haline geldik ve bundan ötürü kendimize bir mânâ edinme haline bulaşmamız mı bahis konusudur? Henüz kendisine isimler öğretilmemişken Âdem yine de Âdem olarak adlandırılabilecek vaziyeti kazanmış sayılmalı mıdır? İnsan olarak maddî mevcudiyetimiz, hayat içinde yer tutuşumuz başlı başına bir mânâya mı taalluk eder; yoksa bizi hayata mânânın gereği mi sokmuştur ve insan olarak bizim bunu ikrardan başka çaremiz kalmamış mıdır? Yer sathında kısa, orta, uzun vadede müktesebatımız kendi mahsulümüz mü; yoksa bu müktesebatı bize temin ediveren biri, birileri mi var? Şahsiyetimiz şartları tayin etmenin gururuyla mı müşekkel; yoksa ne olursak olalım tayin edilmiş şartların mağduriyeti mi kendimize en yakışan şahsiyeti inşa etti?
Hayatın bir gayesi olup olmadığını merak edişimiz, gerçek hayatın, sahici hayatın, aslî ve esasî hayatın yalnızca gayeye mahsus ve sadece ona münhasır olduğunu unutuşumuzdandır. Ömrümüzü hayatta bir gaye arama çabası yerine gayedeki hayatı keşfe vakfetmeliyiz. İşitip itaat etme emrini aldığımız Kur’an kafamızı her türlü tereddütten sâlim kılabilelim diye nâzil oldu. Türkler kafalarını her türlü tereddütten beri kılıp, iki kez, önce Haçlı Seferlerinin akabinde ve sonra bir İstiklâl Harbi vererek vatan sahibi oldu. Türkler aynı vatana iki kez sahip çıktı. Kur’an nâzil oluncaya kadar insanlığın kafası hayatın gayesiyle meşguldü. Kur’an gayenin hayatının neyle meşbu olduğunu insanlığa gösterdi. Türkler bir vatan sahibi oluncaya kadar insanlığın kafası husumet sebebiyle doğan gayeyle meşguldü. Bir vatana sahip çıkarak Türkler gayeden gayrısının doğurduğu husumeti butlana uğrattı. Sekiz Haçlı Seferi geride bırakıldıktan sonra ne kadar Haçlı Ordusu tertip edildiyse, bu orduların hepsini mağlup eden milletin adı Türk milleti oldu. Türk milleti gayeyle doğdu. İstiklâl Harbi’nin cihat haricinde bir gayesi yoktu.